7 Şubat 2018 Çarşamba

KAVAK GÖLGESİ

                                  
       Yorganın dışında bekliyordu gece, soğuk ve kararsız. O sabah erken uyandı ... Sıcak yün yorgandan usulca çıkardı ayağını ve güne dokundu parmakları. Önce sobayı tutuşturdu. Odasının ısısı yayıldı yüzüne. Böyle sabahlara çay yakışırdı en çok ama kahvenin kokusunu çayın demine tercih etti bu sabah. Kahvesini aldı, dağınık yün yatağa oturdu, güne sarılmak için en güzel çerçeve asılıydı penceresinde, parlak güne dokunup akıttı yüreğine. Penceresi hayallerine açılırdı, görmek istediği ne varsa hepsi oradaydı. Sineklerin pencerede bıraktığı izlerin hüznü yakışmıştı yerine. 
   Acelesi yoktu hiçbirşeye, kahvesi bitince yokladı kendini, dışarı çıkabilirdi artık. Örgü atkısını doladı boynuna, üzerine kalın mantosunu aldı; ayakları üşümesin diye kar çizmelerini geçirdi ayağına, bir kapı gıcırtısı ötede, önceden doğranıp hazırlanmış odunları bir bir yükledi kucağına.

    Her gün yakacağı odunu önceden hazırlardı. Onun İçin, yaşayan soluk alıp veren bir arkadaştı ateş; alevlendikçe toplanırdı tüm düşünceler etrafına; birden kalabalık olurdu çember, sonra kor!  dağlanırdı her biri, ötesi dinginlik... Böyle zamanlarda aklına gelirdi nasıl da köklerinin buraya sabitlendiği. Kaç ayrılış yaşamıştı köklerinden, kaç kayboluş! Her seferinde gözü kapalı bulmuştu yerini. Artık emindi her ayrılışında daha da sulamış büyütmüştü köklerine olan özlemini. Koluna yığdığı odunun ağırlığı ile sıyrıldı düşünceden, yükünü yavaşça indirdi kovaya...

Güneşin kar üzerinde oluşturduğu kristal parlaklığa yürüdü ve çocukluğu geldi aklına, işte o an derin bir nefes aldı mutluluktan...

Ezberindeki bu yerde yaşamıştı çocukluğunu, daha küçükken at binmişti, evcilik oynarken kuzuları bebek yapmış, aynı battaniye altında kuzusuna sarılarak uyumuştu. Çiçekler koklamış, özgürce filizlenmişti.... Ağaçlarla konuşmuş, tohumlarıyla arkadaş olmuştu. Komşu çocuklarla birlikte ırmaklarda taştan taşa zıplamıştı. Kışın, soğuktan hissetmediği parmaklarıyla, komşu arazilere kardan adamlar ve kadınlar bırakmıştı. Komşunun camına taş fırlatmış, hayali bir sevgiliye, hayali bir kişiden, gerçek ve beceriksiz aşk mektupları yazmıştı. Soğuk kış akşamlarında karın üzerinde kalın bir tabaka oluşurdu; en sevdiği şeylerden biri olabildiğince pürüzsüz kar üzerinde, ay ışığında aydınlanan adımlarıyla iz bırakmaktı, bırakmıştı...!

İlk ayrılış tuttuğunda elini 11 yaşındaydı, valizine hüznü doldurarak tozlu dağ yolları arasında yatılı okula gitti. Sanki bilerek, gözlerden uzak kuytuya saklanmıştı binalar. Valizini nereye koyacağını bile bilmeden parka, oyuna  koşmuştu ama soğuk ve gri kaydırak daha ilk kayışta yalnızlığı fısıldamıştı kulağına. Anladı ki gece vardı, sonra hüzün, sonra yine gece, yine hüzün...! Okul tel örgüyle çevrelenmişti;  ötesi özgürlüktü sanki; sık sık nasılsa açılmış bir aralıktan dışarı çıkar, çelimsiz bir ağacın dalında otururdu; işte o anlarda çocuk yüreği özgürleşirdi... Saçları kısacık kesilmişti, eli makas tutabilen biri, iki ayda bir okula gelir ve tüm kızların erkek traşını bitirirdi. Geriye hafifleyen saçlarının ağırlaştırdığı duygularıyla kalakalırdı. Evindeyken saçları beline kadar gelirdi. Altın rengiyle  herkesi hayran bırakırdı kendine! Saçlarını kestiklerinde zarif ve nazlı hallerini de aldılar elinden.

Çaresizce kitaplara sarılmıştı, ağır Rus romanlarını okumak bir tek ona kalmışçasına okuyordu. Sonunda kasvetten çıkmanın yolunu bulmuştu. Okudukça nefes alıyor, kavak ağaçlarının altında kavak ağaçlarıyla birlikte dinginleşiyordu... 

Şimdi düşünüyordu da bu tanışıklık olmasa dayanamazdı o yıllara.

Yıllar sonra okula ait bir fotoğraf görmüştü. Kendisinin de defalarca oturduğu tel örgü kenarındaki bankta üç çocuk, tam bir mutlak an fotoğrafı. Ah nasıl vurucu bir fotoğraftı. O hüzne yakışır bir hikaye yazabilir miydi acaba?


Bu yerden ayda bir kez, iki günlük izne çıkarlardı; uzun bekleyişin zavallı dinlenmeleri! Eve gidince annesi çamaşırını yıkar ve valizine doldururdu. Bir de şekerli saç örgüsü poğaçaları koyardı valize, soğuyunca mı boğazına takılırdı bu poğaçalar, yoksa özlemden mi bilemezdi... Okula gitmek için güzel evinin dağ  yollarından, sabah beş karanlığında köye inilirdi.  Köylü değil dağlıydı aslen. İlkokulda bu yolu her sabah ve akşam yürümüştü ama boğazındaki bu ayrılık düğümünü hissetmemişti hiç. İlk seneler her gün anne babasından telefon bekledi. Ankesörlü telefon kuyruklarında bekleme telaşı, kontörlü özlem giderme seansları! Sonraki yıllarda daha az girdi telefon kuyruklarına. 

    Kendini koruma içgüdüsüyle yavaş yavaş ve farketmeden mesafe koydu ailesiyle arasına. Daha resmi bir ilişki, daha yetişkin, daha az duygusal... O aşılmaz mesafeleri yıllar sonra bile kaldıramadı aralarından, hep uzak, hep yabancı kaldı ailesine. Oysa biliyordu en büyük hazinesiydi onlar. Sarılabilseler 11 yaşındaki çocuk olacaktı yeniden, onu yatılı okulda okuttukları için hiç kızmamıştı ailesine, yılgın hayatlarının sayısız çıkmazından biriydi bu okul mevzusu. Her şey gibi o yıllar da nasır tutup unutulacaktı; unutulamamış ama nasır tutmuştu.
   Maddi imkanları kısıtlıydı; onlarsa, sıkışmış hayatlarından, geniş okyanuslar düşlüyorlardı.

    Okulda yıllar geçtikçe vücutlarında ki ergen değişimler de misafir oldu yalnızlıklarına. Büyüyorlardı ve büyüdükçe göze batan uzuvları pis gözlerden saklanamıyordu. Hayat en özel dersi fısıldadı kulaklarına; iyi insanlar vardı ama derin yaralar bırakan kötüler de olacaktı. Çelimsiz bedeni hayvani duygulara hitap etmediği için şanslıydı belki, kendi hikayesi içinde istismar yoktu. Başka arkadaşlarının maruz kaldıkları ise, çocuk istismarına birinci dereceden şahitlik etmesine neden olacaktı. Akşam saatlerinde elektrik kesintisi olunca çelimsiz bedenini koyacak bir kuytu araması bu yüzdendi.

     Bir arkadaşı iş kazasında abisini kaybetmişti. Çok sarsılmıştı ve soğuk koğuşlarda gece daha da uzamıştı böylece. Geceleri uyuyamıyordu kızcağız, okulun duvarlarına abisinin tırmandığı vehmine kapılıyordu, kaç gece duvara tırmanan ellerin çıkardığı tok sesleri birlikte karşıladılar, kaç gece umutsuzca korkuyla sarılıp titrek uykuya bıraktılar minik bedenlerini. Sabahlarına çakal sesleri eşlik ederdi. Gün doğmadan önce çakal ulumaları ile katlanırdı kabuslar.

    Gece yatağını ıslatanların listesi çıkarılmıştı. Bu sorunu çözmek ve gece hırsızlıklarını önlemek için bir saatlik nöbet tutarlardı.  karanlıkta nöbet tutmak tüm üç harflileri toplardı koğuşlara,  çocukların kabus dolu rüyalarında çıkardığı seslerle ürperen nöbetçi asla cesaret edip uyandıramazdı tuvalete gidecek kişileri. Battaniyenin altına iyice sokulur küçüldükçe küçülürdü uyandırmamak İçin üç harflileri!

Yaşanmışlığın ağırlığını hissetti midesinde, daha birşey yememişti, eve baktı, silik duman, hala tütüyordu bacada, yavaşça ilerledi...
Geleli iki hafta olmuştu. Hiç ayrılmamış gibi, her şey çok tanıdıktı. Evin taşla örülmüş duvarının karşısında kocaman bir armut ağacı vardı. Baharda buraya ağaç ev yaptırmayı planladı ve bu düşünce içini ısıttı, daha pek çok fikir vardı aklında... 



Ömür tüketme telaşına düşmüştü

18 Şubat 2017 Cumartesi

LEGO AŞKI

Lego seven bir çocuğun annesi olmak... Yeni bir şeyler inşa etmeyi seviyororuz; çocuklarımızın da bu yönde çabalarını gördükçe keyiflenmemek elde değil. Bir çok farklı blok ve inşa oyunları var ama Lego bu sınıf içinde bir klasik, adeta bir efsane. Çocukken, Lego ile oynama şansım olmadı benim, ben toz toprak içinde değeneğe tutturulmuş plastik kapaklardan inşa ettiğimiz arabaları kovaladım. Şimdi yavrular mahrum bu imkanlardan, biz de blok oyuncaklarla güzel vakit geçirmelerinin tesellisini yaşıyoruz.

Lego tutkumuz nasıl başladı
Tamamen öylesine alınmış bir Lego helikopterin evimize gelmesi ile başladı aşk. Daha 4 yaşındaydı oğlum (kardeşi 2 yaşında); helikoptere kim yaklaşsa tedirgin oluyordu. Öylesine sıkıntıya girmeye başladı ki bir gün Lego dan intikam aldım ve geri gelmeyecek şekilde kaybettim kendisini (Ya da öyle sandım! Bu konuda hala affetmiyor beni). Fazla zaman geçmeden bir başkasını istedi, kısa bir süre sonra bir diğeri ve bir diğeri... Bu tam üç yıldır devam eden bir tutkuya dönüştü. Artık oğlum için oyuncak almak demek Lego mağazasında soluğu almak demek. O istedi, biz süreler verdik, hedefler koyduk ve aldık. Şu an çekmeceli bir dolap dolusu lego sahibi kendisi ve en büyük hayali ilerde bir Lego yapıcı olmak. Tüm legoları alacağı ve çocuklarını oynatacağı günlerin hayalini kuruyor.

Lego koleksiyonu hayali
Legoları yerleştireceği raf sistemini bile tasarlamış kafasında "Anne biliyor musun ben büyüyüp kalp cerrahı profesörü olunca, dünyadaki tüm legoları alıcım" Bu cümleyi duydukça endişeleniyorum. Birkaç kez Lego fiyatlarından bahsetmiş olabilirim, çok pahalı sürekli almamız doğru olmaz diye, onun etkisi mi bilemedim. Bu konuda bir hayli rahatsızım acaba bir şeyleri yanlış mı yaptım diye. Sürekli yenisini alma takıntısı bana normal gelmemeye başladı. Biz şu ya da bu mesleği yap gibi konuşmalar yapmıyoruz, dedesinin hayali kalp cerrahı profesörü olmakmış (genel cerrah kendisi)  ama nasip olmamış. Sağolsun babam, oğlumla sohbetlerinde klasik dede öğüdü "ben olamadım sen ol" demeden geri kalmadı:) Yavrucakta nasıl bir duygu oluştuysa artık illa profesör olayım ama çok param olsun ve tüm legoları alayım sancısı başladı. Bu noktada bir problem var da henüz çözemedim sıkıntıyı;)
Lego oynarken, daha çok da şu parçayı bulurmusun, şu da lazım, anne çıkarır mısın demek için beni de yanında bulunduruyor bal yumağım:) Ben de onun bu tutkusuna tanık olarak altılı beyaz, dörtlü mavi, minik ezik... talimatlarına uyarak işimi yapıyorum:)


Legoları seviyoruz
Her gün evde muhabbeti olan, her gittiğimiz yere bizimle gelen bu minik şeylerin dağınıklığı kalabalıklığı, heyecanı, üzüntüsü bizim hayatımızın bir parçası artık. Lego kutularından oluşan bir koleksiyonumuz bile var:) Artık kardeşi de büyüdü ve birlikte Legolarla yeni şeyler inşa edip, çok güzel oyunlar kuruyorlar. Arkadaşlarıyla oynamak için paylaşıyor logolarını ama hediye etmeye yanaşmaz pek. Bir de kitaba göre yaptığı legolarda oluşan en ufak kusur o logoyu "serbes Lego karışımının" içine gönderme sebebi; böyle de takıntılarımız var. Bu minik şeylerle imtihan oluyoruz:)

Lego toplama sanatı
Lego çok parçalı bir oyuncak olduğu için toparlanması gruplaşmasın bir hayli zor. Ben çözüm olarak minik parçaları renklerine göre farklı çekmecelere koydum; en alt çekmecede henüz ayrıştırılmamış özgür bölge var (serbest Lego karışımı). Lego sever çocuk anneleri aklınızda olsun, ben minik bir süpürge kürek koydum legoları yanına, dağınık legoları toplamak kolay oluyor. Bir başka önerim de beyaz bir çarşaf üzerinde oynatırsanız çarşafı uçlarından toplayıp bohça tekniğiyle toparlamanız pratik olacak.

Oyun oynamak çocuklar için yaşamın anlamı...Her çocuğun ilgi alanı farklı oluyor, bazısı için Lego başında oturmak çok sıkıcı olabilir; bu durumda bırakalım ve gözlemleyelim kendi tutkusu olan    oyunları bulsunlar ve mutlulukla oynayarak büyüsünler! Hayal kurmak da serbes; çünkü çocukların hayalleri gerçekleşmeye çok yakın:)





9 Mart 2016 Çarşamba

                          MİNİK TEBESSÜM

                     
 Ah şu kibirli hallerimız,   burun kıvıraran, beğenmeyen, en çok da kendini bitiren hallerimız; bu gün evden çıkarken yanınıza almayı unutun bu hallerinizi,  Unuttuğunuz ŞERlerin hafifliğiyle çıkın dışarı, yüzünüzdeki tebessümün birazını simitçiye, birazını sokak hayvanına,  birazını son bahar kokulu teyzeye, en çoğunu da masum bir çocuğun tebessümünün yanına saçın. Cimri olmayın; bulaştırın güzelliği hayata! "Tebessüm etmek sadakadır" öyle öğretmiş sevgili!!! Bu gün herkes olabildiğince cömert dağıtsın sadakasını. Köşedeki çiçekçiye uğrayın "pişttt senin somurtmak neyine, bunca çiçeğin arasında" ifadesiyle alın bir demet çiçeği, dükkanda  çıkmadan muhakkak övün çiçekçinin çiçekçiliğini. Bir demet çiçeği kimin baharı yapacağınız size kalmış. Ben köşedeki seramik sanatçısı bayana götüreceğim minik tebessüm buketimi😊

23 Nisan 2015 Perşembe

ANNE BİR MASAL ANLAT BANA

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; annem düştü beşikten, babam düştü eşikten.
  Çok eski zamanlarda, güneşli topraklarda, bir bulutcuk yaşarmiş. Bir gün yalniz uçarken, bir rüzgara rastlamiş.  Binmiş uçan rüzgara ve yavaşça süzülmüş. Nereye gittiğini bilemeden, kar ve buzlar görünmüş; Önce korkmuş bulutcuk, etrafına bakınmış . Bakmış koca bir bulut, karşıda oturmakta, kafasında beresi buluta bakinmakta. Selam vermiş bulutcuk, bu koca arkadaşa ve sormuş neredeyiz? Ufacık bir telaşla. Koca bulut anlamış bu yabancı bir bulut, hemen öğrenmeliymiş kim olduğunu sorup. Küçük buluta sormuş, nereden geliyorsun? Hem üşümüyor musun atkisiz geziyorsun? Küçük bulut demiş ki: ben atkı kullanmam ki, ben sıcakta yaşarım hiç ihtiyaç duymam ki. Bulutcuğun sözüne şaşırmış koca bulut, hemen öğrenmeliymiş küçük buluta sorup. Hadi anlat bakalım sıcak mi memleketin? Bulutcuk anlatmış yuvasını, her an açan çiçeğin mis gibi kokusunu, Benim memleketimde üşümez hiç bulutlar, kuş civiltisiyla oynaşır hep çocuklar. Ben sıcak havalarda koşarim üstlerinde, sıcacık havalarda gölge yapayım diye. Koca bulut hayrete demiş ben çok şaşırdım, demek memleketimde yoktur böyle soğuklar, ah bir burada olsa, nasıl üşür çocuklar. Ama çok eğlenirler, üşürken bile burada, kar topu oynarlarken neşe dolar her yana. Ama ben merak ettim, sıcacık memleketi, keske seninle gelsem yaşarım orada belki. Hem artık hiç üşümem  bu soğuklarda burda. Küçük bulut demiş ki gel gidelim birlikte, hem biraz ısınırsın benim sıcak evimde. Bu teklifi beğenmiş koca atkılı bulut, hemen gitmek istemiş yola koyulup. Gelen ilk rüzgara tutunmuş ikisi de, küçük bulut sevinmiş eve dönüyor diye. Geçmiş dere  tepeler ve biraz uzakta görünüş çiçekler. Az uzağa bakmışlar oynaşıyor çocuklar, bulutcuğu görünce koşmuş hemen çocuklar.Yanlarina gelince hemen selam vermişler. Bakmış koca bulutcuk bu güzel coğrafyaya ve teşekkür etmiş küçük beyaz buluta. Eğer sen gelmeseydin bilemezdim burayı, sizi cok sevdim ama özledim ben sılayı. İlk rüzgara söylerim götürsün eve beni. Hem arkadaşlarım merakeder.Hiç haber veremeden koştum geldim buraya. Sağol küçük bulutcuk çok iyi arkadaşsin. Umarım tekrardan yollarımiz Çakışsin Lafını bitirince yaklaştı koca rüzgar bu rüzgara tutundu koca bulut yeniden. Güzel bir dostluk kaldı, bu masal dan geriye.
 
Canim oğluma ithafen

14 Ağustos 2014 Perşembe

SANALIZ

Gecenin yarısı, malum havalar sıcak ve perde, pencere sonuna kadar açık.  Oturduğunuz semt, Ankara'nın en yıllanmış semtlerinden.  Evde dört kişi, üç laptop ve telefonlar.  Biran dışarıdaki yıllanmış amca ve teyzeler ne düşünür hakkımızda diye geçti aklimdan:) Şarja bağlı neslimiz nasıl görünüyor.  Onlarin zamanında, eş, dost biraraya gelerek sosyalleşen nesil, aynı ortamda iletişememe illetine tutulmuş olan bizler hakkında ne düşünür...?  Babam, sizin nesil çabuk bunayacak, kapasitesinden fazla bilgi yüklüyorsunuz beyninize diyor. Evet banacığım, bizim nesil erken bunayacak galiba, bizim sizler gibi hoş sohbetlerimiz az. Herkesin hakkındaki, her ayrıntıya sahip beyinlerimiz var, her konu hakkında fikirlerimiz olduğu gibi; her şeyi olduğundan güzel ve estetik gösteren makinalarımiz...Gerçeklik algısını tamamen altüst eden, herkesin hayatını idealize eden, sanal ortamlarımiz... Yok halimizi hatrımızı soran siz gibi! Bizler en büyük mutsuzluklarimizi bile, bir durum güncellemesiyle düşman çatlatacak hale sokarız. Efkar dağıtmak yok efkar tepelerinde! Şarja bağlı hayatlarimizla buradayız. Gittikçe artar takipçilerimiz. boş kaldığımız zaman adeta bir kovboyun, silahina davrandiği gibi gider elimiz telefona. Tespih çeken ellerinden öptüklerimiz, biz sizi bilemedik, öldü değerleriniz; asıl, siz bizi nasıl bilirsiniz!!!

7 Ağustos 2014 Perşembe

GÖNLÜMCE




 Bolu, en sevdiğim şehirlerden. Kendi haline ama görebilecek çok şey var Bolu da, Kendini saklayan bir şehir Bolu. Ankara ya 199 km. Bolu da, Abant, Yedi Göller daha çok duyuldu ama, yolunuz düşerse Mudurnu, Göynük,  Sünnet Gölü, özellikle de Gölcük' ü de görmelisiniz. Bolu ya 18.07.2009 da gittim ilk. Mudurnu da Keyvanlar Konağı'nda kalmıştık.  Dışaridan dolapmış gibi görünüp, içini açınca banyo çıkan odalar, güzel bir şömine ve bahçesinde harika bir kahvalti:) Her Fırsat bulduğumuzda Bolu vardır planda. Biz bu gün Bolu nun Kılıçlar Yaylası' na gideceğiz. Yolumuz Gölcük'ten geçecek. Ormanlar arasında ilerlerken yol, Kılıçlar yaylası karşılayacak bizi. Harika ormanı ile düz bir yayla. Doğal hayat, dostlar, köy ekmeği, sütü ve yaği:) Miniklerimiz çok sevecek orayi:)
Ve söyleneceklerin yarısı yaylada söylenecek. Yeşile çalacak gözlerim. Bir demlik çay olacak muhabbet; hayat basitleşecek! Bardağim dolacak, boşalacak:)

6 Ağustos 2014 Çarşamba

DOYMAMIŞ BEN

Uzun bir ara oldu galiba ama, şimdi tam da çayimi dememişken yazmak gerek dedim. Sinop da bayramımizi geçirdik ve Sinop Türkiye'nin en mutlu şehriymiş ne muhteşem:) Tadina doyulmaz mantilarinin bu mutlulukta payini bilemem, ama mantinin kiloyla alakasi olduğu kesin. Fazla kilo demişken, ben iki doğum yapmişim ve doğumdan sonra doğmamiş kilolar, yani, doymamış yağlarımla mücadele etmeliyim:) İstikrarlı diyet yapan birini görünce, ben de yaparim ki dedim. Ve inanin çok kısa sürdü diyete niyet:) İşe yememek gereken her şeyi yiyerek başladım.  Normalde dikkatimi çekmeyen yiyeceklere, acaba diyette bunlar yeniyor mu ki merakı, azıcık yesem iştahı,  biraz daha yiyeyim oburluğu ile başarısız oldum:) Tüm gün yemeyeceğim dediğim ekmeğin arasına, kaşar peynir doldurdum mu? Siz tahmin edin orasini:) Şaka bir yana, gerçekten zor iş bu diyet işi, ya da bana göre değil diyeyim. Ben de bozdum niyeti, bıraktım diyeti:) Eger benim kadar İstikrarlıysaniz diyette, size önerim, sadece spor:)